Sitenin solunda giydirme reklamı denemesidir
Sitenin sağında bir giydirme reklam
Hasan Kamiloğlu
Köşe Yazarı
Hasan Kamiloğlu
 

HALEP BİZİM NEYİMİZ OLUR!

HALEP BİZİM NEYİMİZ OLUR! 2011 yılında Suriye’de, önce babası Esat, sonra oğlu Esat tarafından elli yıla yakındır ülkeyi yöneten Baas rejimine karşı başlayan gösterilerle birlikte tüm dünyanın dikkati Suriye üzerine çevrilmişti. Ancak Esat rejimi bu gösterileri çok kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştı. Esat zaten buna yabancı değildi. Çünkü babası da 1982 yılında, Sünni Müslümanların yaşadığı Hama şehrini tanklarla basarak şehrin altını üstüne getirmiş ve otuz bine yakın Müslümanı, çoluk, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek demeden katletmiş, sağ kalan pek çok kişiyi de zindanlarda türlü işkencelere tabi tutmuştu. Osmanlı Devleti’nin Suriye kanal cephesindeki ordusu belli tarihi sebeplere dayalı olarak İngilizlere esir düşüp akabinde de 1918’deki San Remo konferansının akabinde naylon bir krallık oluşturan Faysal’ın da kaçmasıyla, Suriye toprakları Fransızlar tarafından işgal edildi. Suriye toprakları Fransa mandasını kabul etmeyince, Fransızlar 1636’da Suriye’ye bağımsızlık vermek zorunda kalmış; 1946 yılında da Suriye’yi fiili olarak terk etmiş ancak asla o topraklardan elini çekmeyip, kavga ettir, zulmet, sömür anlayışını devam ettirdiler. Haliyle bundan sonra Batılı devletlerin sömürdükleri devletlerde sürekli uyguladıkları yöntemle Suriye’de sular bir türlü durulmayıp, bitmek tükenmek bilmeyen askeri darbeler sürecine girildi. 1961 yılına kadar değişik idarelerde kalan ülke, en son ki darbe ile başında Şii-Nusayri inancına sahip olan Esat’ın başında bulunduğu Baas partisinin sultası altına sokuldu. Aslında burada tarihi gerçeklerden yola çıkarak büyük çoğunluk olan Sünni Müslüman kesimin büyük hatası olduğu da söylenmekte. Zira Suriye’nin bulunduğu coğrafya itibariyle çok iyi bir ticari işleyişin getirdiği azımsanmayacak bir zenginlik de vardı ve hakim güç olarak bu ticari hayatı idare edenler Sünni Müslümanlardı. Ticaretle ilgilenmek varlıklarına varlık katmakta aynı zamanda geriden gelen nesli de ticarete yönlendirirken ticarete göre çok daha az kazandıran bürokrasi ve askeri alanları ise azınlık durumunda kalıp ticari hayatta kendilerine çok da yer almayan Nusayrilerin uğraş alanı olup zamanla da onların etkin olduğu bir saha haline gelmişti. Belki bu da bir planın ürünüydü ve bunda da yine Fransa etkisi görmezden gelinemezdi. Ülkenin ortalama yüzde sekseni Sünni-Müslüman olmasına rağmen, yüzde on iki, on beş arası olduğu tahmin edilen bir kesimden oluşan Nusayri inancına sahip olanların, Suriye’yi ele geçirmesi, Sünni-Müslümanlar üzerinde baskıcı bir yapı oluşturmaya başlamıştı. Bu durum Suriye için büyük bir problemdi ve aslında sonu getiren başlangıç da olmuştu. Haliyle baskılara bağlı olarak Müslümanların itiraz girişimlerine karşı Esat rejiminin, Hama şehrinde, otuz bin civarı insanı öldürmesi örneğinde olduğu gibi, daha da baskıcı olmayı, öldürmeyi, yakmayı, yıkmayı, hapsetmeyi seçerek Müslümanlar üzerinde ağır bir baskı kurdu. Darbeci Esat’ın ölümünün ardından, oğul Esat başa gelince, herkesin daha özgür olabileceği bir Suriye ortamı hayal edilirken, o da babasının yaklaşımını benimseyince, 2011 yılı itibariyle itirazlar daha yüksek sesle çıkmaya başladı. Zulüm damarlarına işlemiş olan Baas anlayışı ise bu itirazları tankla ve kanla bastırmaya; kendi halkını bombalamaya başlayınca, ülke hepten ateş yerine döndü.  Tabi ki burada küresel olduğu ifade edilen güçlerin gizli ya da açık müdahale etmemesi düşünülemeyecekti. Hem İslam’ın imajını kirletmek hem de Pkk’ya alan açmak amacıyla kurulduğu iyice aşikâr olan Daeş denilen örgüt, akabinde yine sözde onlarla mücadele ettiği ifade edilen Pkk ve uzantısı Sgd, Ypg gibi guruplar Suriye toprakları üzerinde çatışmaya başladı. Yetmedi yerli halktan gerek Baas, partisine karşı olanların oluşturmuş olduğu gruplar gerekse İran başta olmak üzere dışarıdan sokulmuş yabancı gruplarında dahil olduğu bu karmaşık ortamda, her grubun belli bölgelerde imtiyaz elde edebilmek için birbiri ile çatışması sonucu Suriye toprakları paramparça oldu. Bu arada olan yine masum halka oldu. Zira herhangi bir merkezi kontrol ve denetimden uzak olan çatışma grupları kendi inanç ve etnik yapısına göre göz göre göre suçsuz insanları öldürüyordu. Bir ülke için savaş kötü bir senaryodur ancak ondan daha kötüsü ise iç savaştır. Zira karşınızda ülkenizi savunabileceğiniz yabancı bir yapı olmadığı gibi, kime karşı neyi ya da kimi tutmanız gerektiği, kimin kimi öldürdüğünün dahi bilinemediği ve ülkeyi kime karşı savunacağınız düşüncesinin oluşamadığı bir karmaşık durum oluşur. İşte bu savaştan da öte bir kaos ve aynı zamanda çok ciddi bir moral yıkımına neden olur. İşte Suriye halkından kadın yaşlı ve çocuklarla birlikte herhangi bir çatışma grubuna dahil olmak istemeyen gençler de bu süreçte ülkemize ve diğer devletlere kaçmaya başladı. Mesela savaşın henüz sıcaklığının devam ettiği hatırladığım kadarıyla 2016-17 yıllarında bir Ramazan ayında Suriyeli birkaç aileye yardım kolisi götürdüğümüzde, bir ailenin fertlerinin biri bombardımanda Esat’ın rejim güçleri tarafından, bir diğerin bir baskınla Pkk, bir diğerinin ise Daeş tarafından öldürüldüğünü dinlemiştik. Bunun üzerine Esat’ı destekleyen Rusya’nın ve Daeş’le savaştığını iddia eden ABD’nin de fütursuzca şehirleri bombalaması akıl alır gibi değildi. Ne yazık ki özellikle daha çok Sünni Müslümanların yaşadığı Halep, Hama ve İdlip şehirleri başta olmak üzere ülke yangın yerine dönmüştü. Türkiye’nin ise gerek kendi topraklarımızın güvenliğini temin gerekse topraklarımıza yakın bölgelerde iç savaştan kaçan Suriyelilerin huzurunu temin maksadıyla yaptığı operasyonların etkisi, gerekse özellikle Esat rejiminin destekçisi olan Rusya’nın, Ukrayna ile savaşa girmesi sonucu Suriye’de durağan bir duruma geçilmiş gibi görünmekte ve ülkemizde de belli kesimlerin -Suriyeliler gitsin kampanyaları yapılması ile, Esat da -Gelsinler açıklaması yapıyordu. Fakat işin aslının öyle olmadığını Özgür Suriye Ordusunun ve Tahrir-i Şam’ın bir halk hareketi ile ülkeyi ele geçirmesinden sonra anladık. Meğer ülkede ne büyük zulümler varmış… Aynı zamanda Suriyeliler gitsin diye feryat figan edenlerden başı çekenlerin bir kısmı ise, savaş döneminde, ülkemiz, bu göçü engellemek için Suriye topraklarında güvenli bölge oluşturalım diye çırpınırken; Hayır Suriyelilere kapıları açın, diye ortalığı yıkanların ta kendileriydi. Aslında Suriye’ye birazda Suriyeliler kim diye bakmak lazım. Tarihte Suriye diye bir devlet hiçbir zaman olmamış. Suriye İsmi tıpkı, Anadolu, Azerbaycan, Mezopotamya, Irak gibi toprak ve bölge isimleri ile müsemma bir kavramdı. Suriyeli dediklerimiz ise Arap, Türkmen, Kürt gibi etnik unsurlardan oluşan bir yapıya sahip ve bu topraklara da tarih içerisinde hep farklı devletler hükmetmiş. Romalılar, Dört Halife dönemi, Emeviler, Abbasiler, Memlüklar, Selçuklular ve en son Osmanlı Devleti. Memlük, Selçuklu ve Osmanlı dönemini göz önüne aldığımızda en az bin yıllık Türk toprakları. Yani aslında öz be öz vatan toprağı. Bu durum Süleyman Şah türbesinin bulunduğu Halep havalisinde daha çok kendini gösterse de aslında sadece Halep’te de değil; tıpkı Irak ve İran Türkleri gibi Suriye’nin de geri kalan pek çok yerinde Türkler var. Nihayetinde yüz yıl önce Kanal cephesindeki Türk ordusu geri çekilince, Scesh Pichot anlaşmasına göre elimizden çıkmış öz topraklarımız oralar. Dolayısı ile gerek tarihten gelen bu miras; gerek komşuluk gerek topraklarımızın güvenliği; gerek mazlumun yanında olma anlayışı ve gerekse o topraklardaki halklar ile bin yıllık birlik ve beraberlik fikriyatına bağlı olarak, Türkiye’nin Suriye’ye ve Suriye’de olanlara karşı ilgisiz olması mümkün olmayacağı gibi, bu durumlar muvacehesinde Suriye ile ilgilenmesi de boynunun borcudur. Nihayetinde başta Halep olmak üzere, Şam, Humus, Hama, İdlip gibi şehirler Antep, Maraş, Kilis kadar ruhen bizimdir. Bu sebepler ve daha sayabileceğimiz pek çok nedene bağlı olarak Halep kalesine şanlı Ayyıldızlı bayrağımızın çekilmesinden ve ülkemizin Suriye ile ilgilenmesinden ancak ve ancak ya bu ülkeyi sevmeyen ya da ülkemizin yüklendiği tarihi mirasın şuuruna vâkıf olamayanlar rahatsız olur. Üstelik bugün sadece bir insani varlık olarak da değil; o topraklarda var olan Selçuklu ve Osmanlı eserleri de bizim tarihi misyonumuzu bangır bangır ortaya koymaktadır. Kaldı ki pek çok mührün yanında Anadolu Selçuklu devleti sultanı olan Süleyman Şahın türbesi de bir Türk nişanesi gibi Halep sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bunun gibi yine başta Şam ve Halep olmak üzere nice Selçuklu ve Osmanlı eseri birer Türk mührü olarak halen dimdik ayakta durmaktadır. Bu arada Süleyman Şah’ı da karıştırmamak lazım. Koca koca haber bültenleri bile Halep’te medfun olan Süleyman Şahı, Ertuğrul Gazi’nin babası olan Süleyman Şah ile karıştırmaktadır. Oysa Halep Türkiye eşmesinde mezarı bulunan Süleyman Şah Osmanlı Devleti’nin kurucu anlayışının mimarı olan Ertuğrul Gazinin babası Süleyman Şah değil; Anadolu Selçuklu devletinin sultanı olan Süleyman Şahtır. Ancak Elbette o da Ertuğrul Gazi’nin babası kadar bizimdir. Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim han ile Osmanlı topraklarına katılan Suriye toprakları, içerisine Kudüs gibi bölgeleri de almakla beraber, ismi “Şam-ı Şerif” olarak geçmekteydi. Dolayısı ile mevcut Şam şehri, Kudüs’ün kapısı niteliğindedir. Hatta Şam isminin Kudüs şehrini de içerisine alması hasebiyle, Şam şehri ile ilgili olan Hadis-i Şerifler, bazı alimler tarafından Kudüs şehri olarak da yorumlanmıştır. Gerek bu ve buna bağlı sebepler gerekse özellikle Osmanlı devletinin Şam ve Kudüs ekseninde kurduğu denkleme bağlı olarak Şam’ı Kudüs’ten, Kudüs’ü ise Şam’dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Dolayısı ile Şam ne kadar bizimse Kudüs o kadar bizim, Kudüs ne kadar bizimse yine Şam da o kadar bizimdir ve bizdendir. Konuyu tekrar günümüze getirdiğimizde mevcut Suriye halk hareketi Esat’ı devirip Baas rejimini sona erdirince gördük ki meğer Suriye’de kaçırdığımız ne çok şey varmış. Baas rejiminin iç savaş sorasında süregelen dönemde kendi insanlarını bombaladığına zaten şahit olmuştuk da Suriye’den gelen mülteciler için -Neden gitmiyorlar, tabi alıştılar hazır yemeye! Gibi ağır söylemlerde bulunarak ortalığın velveleye verildiğine şahit olmuştuk. Hatta iyi niyetli insanlarımızın bile artık gerçekten savaş bitti zannederek bu söylemlerden etkilenerek, benzer söylemleri dillendirdiğine şahit olduk. Oysa Özgür Suriye Ordusu gibi halk hareketi gibi birleşen gerçek Suriye ordusunun nihayet Esat’ı devirmesi ile ortaya çıkanlar, “Meğer ne büyük zulüm varmış da biz bilmiyormuşuz.” Sonucunu ortaya çıkardı. Acaba bu durumu görünce insanlık adına mahcup olduk mu? Suriye halk hareketinin gerçekleştirdiği fethin ardından Şam Emevi Camiinde kılınan namazdaki kalabalık, namazdan ve Müslümanın huzurundan hazzetmeyen gruplar -Ya ilk defa mı Emevi Camiinde namaz kılındı, ne abarttınız be! Dediler. Oysa evet gerçekten de ilk defa Emevi Camiinde özgürce namaz kılınmıştı. Çünkü Esat döneminde keyfi olarak evden alınmaların olduğu gibi, namaza devamlı gidenlerin de göz altına alındığı, bu sebeple namaza gidişin dahi münâvebeli yapıldığı, üç beş kişinin cami cemaati olarak dahi bir araya gelip sohbet muhabbet etmesinin yasak olduğu, suçsuz yere göz altına alınanların Sedyana hapishanesi gibi hapishanelerde türlü işkence ve ölümlere maruz bırakıldığı bir sürecin olduğunu da öğrenmiş olduk. Zira aynı zihniyetin, kaçarken dahi hapishanelerin havalandırmalarını kapatarak suçsuz yere oralara doldurdukları, yıllarca aç susuz bırakıp, işkence ve tecavüzlere mahkum bıraktıkları insanları aleni olarak ölüme ve toplu kıyıma terk ettiklerine de şahit olduk. Tabi ki şimdi özellikle İsrail’in Ortadoğu olarak nitelendirilen coğrafyadaki hedeflerine bağlı olarak, Suriye üzerindeki emelleri üzerine teoriler geliştirilecektir. Bu sebeple Suriye Özgürlük hareketinin en önemli liderlerinden olan Colani ve mevcut durumun İsrail emelleri doğrultusunda gerçekleştirdiğini; hatta Suriye’nin özgürleşmesinin en büyük destekçisi olan ülkemizi dahi, İsrail’in Arzı mev’ud çıkarları doğrultusunda davrandığını iddia ederek bedbahtlar dahi mevcuttur. Oysa ülkemizin desteklediği Suriye halk hareketinin Suriye yönetimini ele alması ile gördük ki Esat’ın devrilmesi ve gitmesi bile kesinlikle başlı başına hayırlı olmuştur. Bunu anlamak için sadece, zulüm, işkence ve ölüm hapishanelerindeki mazlumların kurtuluşuna vesile olmasına bakmak dahi yeterlidir. Ha elbette ki İsrail denen terör devleti mevcut durumdan istifade etmek isteyecektir ancak Esat’ın zulmettiği muhaliflerin kısa zaman içerisinde Suriye yönetimini ele alarak devlet yapısını oluşturmaya başlamış olmaları ve ülkemizin de mevcut duruma desteğini gören İsrail, yıllardır işgal ettiği Golan tepelerini aşarak Şam’a ve daha kuzeye ulaşma ihtimalini mevcut durumda gerçekleştirmekten uzaktır. İsrail’in fırsatçılığını bilmemek mümkün değil ancak şu anda Suriye’nin yönetimini ele alan hareketi dünya devletleri Suriye’nin meşru yönetimi olarak tanıdılar bile. Bu durum başlı başına İsrail’e zaten geri adım attırmakta önemli bir etkendir. Suriye’nin kuzeyindeki Pkk terör oluşumunun ise halen mevcudiyetinin devam ediyor olması can sıkıcı olarak devam ediyor. ABD başta olmak üzere onun kuyruğuna takılarak sömürü anlayışını devam ettirmek isteyen Fransa gibi etkenler, bu problemi ortadan kaldırmamamız için elinden geleni yapmakta. Hatta öyle ki Suriye’nin geleceği için, Suriye’de en etkin devlet olan Türkiye’yi gelmezden gelerek Suriye’nin geleceği adı altında İtalya’da toplantı yapmaları bunu göstermekle birlikte, yaptıkları komik bir durumdur. Çünkü o topraklarda Türkiyesiz bir şey yapmak mümkün olmadığı gibi, Türkiye’nin ayağına bağ olacak herhangi bir şeyin yaşama şansı dahi yoktur. Ancak her ne kadar iktidar değişikliği olsa da ABD ve işbirlikçilerinin uzun zamandır yatırım yaptığı Pkk’dan da böylece vazgeçmesi mümkün gözükmemektedir. Trump ilk etapta -Bana ne dese bile, derin ABD klikleri yatırım yaptıkları bu durumun bozulmaması pazarlığını Trump ile çoktan yapmıştır bile. Onun için, ülkemizin bir an önce Suriye’nin kuzeyini terörden tamamen temizlemek için büyük bir operasyon başlatması şarttır. Allaha emanet olun.  
Ekleme Tarihi: 24 Ocak 2025 - Cuma
Hasan Kamiloğlu

HALEP BİZİM NEYİMİZ OLUR!

HALEP BİZİM NEYİMİZ OLUR!

2011 yılında Suriye’de, önce babası Esat, sonra oğlu Esat tarafından elli yıla yakındır ülkeyi yöneten Baas rejimine karşı başlayan gösterilerle birlikte tüm dünyanın dikkati Suriye üzerine çevrilmişti. Ancak Esat rejimi bu gösterileri çok kanlı bir şekilde bastırmaya çalıştı.

Esat zaten buna yabancı değildi. Çünkü babası da 1982 yılında, Sünni Müslümanların yaşadığı Hama şehrini tanklarla basarak şehrin altını üstüne getirmiş ve otuz bine yakın Müslümanı, çoluk, çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek demeden katletmiş, sağ kalan pek çok kişiyi de zindanlarda türlü işkencelere tabi tutmuştu.

Osmanlı Devleti’nin Suriye kanal cephesindeki ordusu belli tarihi sebeplere dayalı olarak İngilizlere esir düşüp akabinde de 1918’deki San Remo konferansının akabinde naylon bir krallık oluşturan Faysal’ın da kaçmasıyla, Suriye toprakları Fransızlar tarafından işgal edildi. Suriye toprakları Fransa mandasını kabul etmeyince, Fransızlar 1636’da Suriye’ye bağımsızlık vermek zorunda kalmış; 1946 yılında da Suriye’yi fiili olarak terk etmiş ancak asla o topraklardan elini çekmeyip, kavga ettir, zulmet, sömür anlayışını devam ettirdiler.

Haliyle bundan sonra Batılı devletlerin sömürdükleri devletlerde sürekli uyguladıkları yöntemle Suriye’de sular bir türlü durulmayıp, bitmek tükenmek bilmeyen askeri darbeler sürecine girildi.

1961 yılına kadar değişik idarelerde kalan ülke, en son ki darbe ile başında Şii-Nusayri inancına sahip olan Esat’ın başında bulunduğu Baas partisinin sultası altına sokuldu. Aslında burada tarihi gerçeklerden yola çıkarak büyük çoğunluk olan Sünni Müslüman kesimin büyük hatası olduğu da söylenmekte. Zira Suriye’nin bulunduğu coğrafya itibariyle çok iyi bir ticari işleyişin getirdiği azımsanmayacak bir zenginlik de vardı ve hakim güç olarak bu ticari hayatı idare edenler Sünni Müslümanlardı. Ticaretle ilgilenmek varlıklarına varlık katmakta aynı zamanda geriden gelen nesli de ticarete yönlendirirken ticarete göre çok daha az kazandıran bürokrasi ve askeri alanları ise azınlık durumunda kalıp ticari hayatta kendilerine çok da yer almayan Nusayrilerin uğraş alanı olup zamanla da onların etkin olduğu bir saha haline gelmişti. Belki bu da bir planın ürünüydü ve bunda da yine Fransa etkisi görmezden gelinemezdi.

Ülkenin ortalama yüzde sekseni Sünni-Müslüman olmasına rağmen, yüzde on iki, on beş arası olduğu tahmin edilen bir kesimden oluşan Nusayri inancına sahip olanların, Suriye’yi ele geçirmesi, Sünni-Müslümanlar üzerinde baskıcı bir yapı oluşturmaya başlamıştı. Bu durum Suriye için büyük bir problemdi ve aslında sonu getiren başlangıç da olmuştu. Haliyle baskılara bağlı olarak Müslümanların itiraz girişimlerine karşı Esat rejiminin, Hama şehrinde, otuz bin civarı insanı öldürmesi örneğinde olduğu gibi, daha da baskıcı olmayı, öldürmeyi, yakmayı, yıkmayı, hapsetmeyi seçerek Müslümanlar üzerinde ağır bir baskı kurdu.

Darbeci Esat’ın ölümünün ardından, oğul Esat başa gelince, herkesin daha özgür olabileceği bir Suriye ortamı hayal edilirken, o da babasının yaklaşımını benimseyince, 2011 yılı itibariyle itirazlar daha yüksek sesle çıkmaya başladı. Zulüm damarlarına işlemiş olan Baas anlayışı ise bu itirazları tankla ve kanla bastırmaya; kendi halkını bombalamaya başlayınca, ülke hepten ateş yerine döndü.  Tabi ki burada küresel olduğu ifade edilen güçlerin gizli ya da açık müdahale etmemesi düşünülemeyecekti.

Hem İslam’ın imajını kirletmek hem de Pkk’ya alan açmak amacıyla kurulduğu iyice aşikâr olan Daeş denilen örgüt, akabinde yine sözde onlarla mücadele ettiği ifade edilen Pkk ve uzantısı Sgd, Ypg gibi guruplar Suriye toprakları üzerinde çatışmaya başladı. Yetmedi yerli halktan gerek Baas, partisine karşı olanların oluşturmuş olduğu gruplar gerekse İran başta olmak üzere dışarıdan sokulmuş yabancı gruplarında dahil olduğu bu karmaşık ortamda, her grubun belli bölgelerde imtiyaz elde edebilmek için birbiri ile çatışması sonucu Suriye toprakları paramparça oldu.

Bu arada olan yine masum halka oldu. Zira herhangi bir merkezi kontrol ve denetimden uzak olan çatışma grupları kendi inanç ve etnik yapısına göre göz göre göre suçsuz insanları öldürüyordu.

Bir ülke için savaş kötü bir senaryodur ancak ondan daha kötüsü ise iç savaştır. Zira karşınızda ülkenizi savunabileceğiniz yabancı bir yapı olmadığı gibi, kime karşı neyi ya da kimi tutmanız gerektiği, kimin kimi öldürdüğünün dahi bilinemediği ve ülkeyi kime karşı savunacağınız düşüncesinin oluşamadığı bir karmaşık durum oluşur. İşte bu savaştan da öte bir kaos ve aynı zamanda çok ciddi bir moral yıkımına neden olur.

İşte Suriye halkından kadın yaşlı ve çocuklarla birlikte herhangi bir çatışma grubuna dahil olmak istemeyen gençler de bu süreçte ülkemize ve diğer devletlere kaçmaya başladı.

Mesela savaşın henüz sıcaklığının devam ettiği hatırladığım kadarıyla 2016-17 yıllarında bir Ramazan ayında Suriyeli birkaç aileye yardım kolisi götürdüğümüzde, bir ailenin fertlerinin biri bombardımanda Esat’ın rejim güçleri tarafından, bir diğerin bir baskınla Pkk, bir diğerinin ise Daeş tarafından öldürüldüğünü dinlemiştik. Bunun üzerine Esat’ı destekleyen Rusya’nın ve Daeş’le savaştığını iddia eden ABD’nin de fütursuzca şehirleri bombalaması akıl alır gibi değildi. Ne yazık ki özellikle daha çok Sünni Müslümanların yaşadığı Halep, Hama ve İdlip şehirleri başta olmak üzere ülke yangın yerine dönmüştü.

Türkiye’nin ise gerek kendi topraklarımızın güvenliğini temin gerekse topraklarımıza yakın bölgelerde iç savaştan kaçan Suriyelilerin huzurunu temin maksadıyla yaptığı operasyonların etkisi, gerekse özellikle Esat rejiminin destekçisi olan Rusya’nın, Ukrayna ile savaşa girmesi sonucu Suriye’de durağan bir duruma geçilmiş gibi görünmekte ve ülkemizde de belli kesimlerin -Suriyeliler gitsin kampanyaları yapılması ile, Esat da -Gelsinler açıklaması yapıyordu.

Fakat işin aslının öyle olmadığını Özgür Suriye Ordusunun ve Tahrir-i Şam’ın bir halk hareketi ile ülkeyi ele geçirmesinden sonra anladık. Meğer ülkede ne büyük zulümler varmış…

Aynı zamanda Suriyeliler gitsin diye feryat figan edenlerden başı çekenlerin bir kısmı ise, savaş döneminde, ülkemiz, bu göçü engellemek için Suriye topraklarında güvenli bölge oluşturalım diye çırpınırken; Hayır Suriyelilere kapıları açın, diye ortalığı yıkanların ta kendileriydi.

Aslında Suriye’ye birazda Suriyeliler kim diye bakmak lazım. Tarihte Suriye diye bir devlet hiçbir zaman olmamış. Suriye İsmi tıpkı, Anadolu, Azerbaycan, Mezopotamya, Irak gibi toprak ve bölge isimleri ile müsemma bir kavramdı. Suriyeli dediklerimiz ise Arap, Türkmen, Kürt gibi etnik unsurlardan oluşan bir yapıya sahip ve bu topraklara da tarih içerisinde hep farklı devletler hükmetmiş. Romalılar, Dört Halife dönemi, Emeviler, Abbasiler, Memlüklar, Selçuklular ve en son Osmanlı Devleti.

Memlük, Selçuklu ve Osmanlı dönemini göz önüne aldığımızda en az bin yıllık Türk toprakları. Yani aslında öz be öz vatan toprağı. Bu durum Süleyman Şah türbesinin bulunduğu Halep havalisinde daha çok kendini gösterse de aslında sadece Halep’te de değil; tıpkı Irak ve İran Türkleri gibi Suriye’nin de geri kalan pek çok yerinde Türkler var.

Nihayetinde yüz yıl önce Kanal cephesindeki Türk ordusu geri çekilince, Scesh Pichot anlaşmasına göre elimizden çıkmış öz topraklarımız oralar.

Dolayısı ile gerek tarihten gelen bu miras; gerek komşuluk gerek topraklarımızın güvenliği; gerek mazlumun yanında olma anlayışı ve gerekse o topraklardaki halklar ile bin yıllık birlik ve beraberlik fikriyatına bağlı olarak, Türkiye’nin Suriye’ye ve Suriye’de olanlara karşı ilgisiz olması mümkün olmayacağı gibi, bu durumlar muvacehesinde Suriye ile ilgilenmesi de boynunun borcudur.

Nihayetinde başta Halep olmak üzere, Şam, Humus, Hama, İdlip gibi şehirler Antep, Maraş, Kilis kadar ruhen bizimdir. Bu sebepler ve daha sayabileceğimiz pek çok nedene bağlı olarak Halep kalesine şanlı Ayyıldızlı bayrağımızın çekilmesinden ve ülkemizin Suriye ile ilgilenmesinden ancak ve ancak ya bu ülkeyi sevmeyen ya da ülkemizin yüklendiği tarihi mirasın şuuruna vâkıf olamayanlar rahatsız olur.

Üstelik bugün sadece bir insani varlık olarak da değil; o topraklarda var olan Selçuklu ve Osmanlı eserleri de bizim tarihi misyonumuzu bangır bangır ortaya koymaktadır. Kaldı ki pek çok mührün yanında Anadolu Selçuklu devleti sultanı olan Süleyman Şahın türbesi de bir Türk nişanesi gibi Halep sınırları içerisinde bulunmaktadır. Bunun gibi yine başta Şam ve Halep olmak üzere nice Selçuklu ve Osmanlı eseri birer Türk mührü olarak halen dimdik ayakta durmaktadır.

Bu arada Süleyman Şah’ı da karıştırmamak lazım. Koca koca haber bültenleri bile Halep’te medfun olan Süleyman Şahı, Ertuğrul Gazi’nin babası olan Süleyman Şah ile karıştırmaktadır. Oysa Halep Türkiye eşmesinde mezarı bulunan Süleyman Şah Osmanlı Devleti’nin kurucu anlayışının mimarı olan Ertuğrul Gazinin babası Süleyman Şah değil; Anadolu Selçuklu devletinin sultanı olan Süleyman Şahtır. Ancak Elbette o da Ertuğrul Gazi’nin babası kadar bizimdir.

Osmanlı döneminde Yavuz Sultan Selim han ile Osmanlı topraklarına katılan Suriye toprakları, içerisine Kudüs gibi bölgeleri de almakla beraber, ismi “Şam-ı Şerif” olarak geçmekteydi. Dolayısı ile mevcut Şam şehri, Kudüs’ün kapısı niteliğindedir. Hatta Şam isminin Kudüs şehrini de içerisine alması hasebiyle, Şam şehri ile ilgili olan Hadis-i Şerifler, bazı alimler tarafından Kudüs şehri olarak da yorumlanmıştır.

Gerek bu ve buna bağlı sebepler gerekse özellikle Osmanlı devletinin Şam ve Kudüs ekseninde kurduğu denkleme bağlı olarak Şam’ı Kudüs’ten, Kudüs’ü ise Şam’dan ayrı düşünmek mümkün değildir. Dolayısı ile Şam ne kadar bizimse Kudüs o kadar bizim, Kudüs ne kadar bizimse yine Şam da o kadar bizimdir ve bizdendir.

Konuyu tekrar günümüze getirdiğimizde mevcut Suriye halk hareketi Esat’ı devirip Baas rejimini sona erdirince gördük ki meğer Suriye’de kaçırdığımız ne çok şey varmış. Baas rejiminin iç savaş sorasında süregelen dönemde kendi insanlarını bombaladığına zaten şahit olmuştuk da Suriye’den gelen mülteciler için -Neden gitmiyorlar, tabi alıştılar hazır yemeye! Gibi ağır söylemlerde bulunarak ortalığın velveleye verildiğine şahit olmuştuk. Hatta iyi niyetli insanlarımızın bile artık gerçekten savaş bitti zannederek bu söylemlerden etkilenerek, benzer söylemleri dillendirdiğine şahit olduk. Oysa Özgür Suriye Ordusu gibi halk hareketi gibi birleşen gerçek Suriye ordusunun nihayet Esat’ı devirmesi ile ortaya çıkanlar, “Meğer ne büyük zulüm varmış da biz bilmiyormuşuz.” Sonucunu ortaya çıkardı.

Acaba bu durumu görünce insanlık adına mahcup olduk mu?

Suriye halk hareketinin gerçekleştirdiği fethin ardından Şam Emevi Camiinde kılınan namazdaki kalabalık, namazdan ve Müslümanın huzurundan hazzetmeyen gruplar -Ya ilk defa mı Emevi Camiinde namaz kılındı, ne abarttınız be! Dediler.

Oysa evet gerçekten de ilk defa Emevi Camiinde özgürce namaz kılınmıştı. Çünkü Esat döneminde keyfi olarak evden alınmaların olduğu gibi, namaza devamlı gidenlerin de göz altına alındığı, bu sebeple namaza gidişin dahi münâvebeli yapıldığı, üç beş kişinin cami cemaati olarak dahi bir araya gelip sohbet muhabbet etmesinin yasak olduğu, suçsuz yere göz altına alınanların Sedyana hapishanesi gibi hapishanelerde türlü işkence ve ölümlere maruz bırakıldığı bir sürecin olduğunu da öğrenmiş olduk.

Zira aynı zihniyetin, kaçarken dahi hapishanelerin havalandırmalarını kapatarak suçsuz yere oralara doldurdukları, yıllarca aç susuz bırakıp, işkence ve tecavüzlere mahkum bıraktıkları insanları aleni olarak ölüme ve toplu kıyıma terk ettiklerine de şahit olduk.

Tabi ki şimdi özellikle İsrail’in Ortadoğu olarak nitelendirilen coğrafyadaki hedeflerine bağlı olarak, Suriye üzerindeki emelleri üzerine teoriler geliştirilecektir. Bu sebeple Suriye Özgürlük hareketinin en önemli liderlerinden olan Colani ve mevcut durumun İsrail emelleri doğrultusunda gerçekleştirdiğini; hatta Suriye’nin özgürleşmesinin en büyük destekçisi olan ülkemizi dahi, İsrail’in Arzı mev’ud çıkarları doğrultusunda davrandığını iddia ederek bedbahtlar dahi mevcuttur.

Oysa ülkemizin desteklediği Suriye halk hareketinin Suriye yönetimini ele alması ile gördük ki Esat’ın devrilmesi ve gitmesi bile kesinlikle başlı başına hayırlı olmuştur. Bunu anlamak için sadece, zulüm, işkence ve ölüm hapishanelerindeki mazlumların kurtuluşuna vesile olmasına bakmak dahi yeterlidir.

Ha elbette ki İsrail denen terör devleti mevcut durumdan istifade etmek isteyecektir ancak Esat’ın zulmettiği muhaliflerin kısa zaman içerisinde Suriye yönetimini ele alarak devlet yapısını oluşturmaya başlamış olmaları ve ülkemizin de mevcut duruma desteğini gören İsrail, yıllardır işgal ettiği Golan tepelerini aşarak Şam’a ve daha kuzeye ulaşma ihtimalini mevcut durumda gerçekleştirmekten uzaktır.

İsrail’in fırsatçılığını bilmemek mümkün değil ancak şu anda Suriye’nin yönetimini ele alan hareketi dünya devletleri Suriye’nin meşru yönetimi olarak tanıdılar bile. Bu durum başlı başına İsrail’e zaten geri adım attırmakta önemli bir etkendir.

Suriye’nin kuzeyindeki Pkk terör oluşumunun ise halen mevcudiyetinin devam ediyor olması can sıkıcı olarak devam ediyor. ABD başta olmak üzere onun kuyruğuna takılarak sömürü anlayışını devam ettirmek isteyen Fransa gibi etkenler, bu problemi ortadan kaldırmamamız için elinden geleni yapmakta. Hatta öyle ki Suriye’nin geleceği için, Suriye’de en etkin devlet olan Türkiye’yi gelmezden gelerek Suriye’nin geleceği adı altında İtalya’da toplantı yapmaları bunu göstermekle birlikte, yaptıkları komik bir durumdur. Çünkü o topraklarda Türkiyesiz bir şey yapmak mümkün olmadığı gibi, Türkiye’nin ayağına bağ olacak herhangi bir şeyin yaşama şansı dahi yoktur.

Ancak her ne kadar iktidar değişikliği olsa da ABD ve işbirlikçilerinin uzun zamandır yatırım yaptığı Pkk’dan da böylece vazgeçmesi mümkün gözükmemektedir. Trump ilk etapta -Bana ne dese bile, derin ABD klikleri yatırım yaptıkları bu durumun bozulmaması pazarlığını Trump ile çoktan yapmıştır bile. Onun için, ülkemizin bir an önce Suriye’nin kuzeyini terörden tamamen temizlemek için büyük bir operasyon başlatması şarttır.

Allaha emanet olun.

 

Yazıya ifade bırak !
Okuyucu Yorumları (0)

Yorumunuz başarıyla alındı, inceleme ardından en kısa sürede yayına alınacaktır.

Yorum yazarak Topluluk Kuralları’nı kabul etmiş bulunuyor ve nehaberkocaeli.com sitesine yaptığınız yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan tüm yorumlardan site yönetimi hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.
Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için çerezler kullanılmaktadır, sitemizi kullanarak çerezleri kabul etmiş saylırsınız.